25 Nisan 2012 Çarşamba

Seni Sevimli Şey "Lizbon"


İspanya'da güzel güzel gezdikten sonra otobüsümüze binip Portekiz'e yollandık. Sanmayın İspanya'yla işimiz bitti. En güzel kısmına geri döneceğiz. :)
Daha gitmeden Portekiz reklamları yapılmaya başladığından beklentilerim oldukça yüksekti. Sevilla'dan sonra gittikçe ilginçleşti demiştim ya, bu noktadan sonra daha bir keyif almaya başladım geziden.
Kaptanımız George (Çok şahsına münhasır bir arkadaştı. Gide gele kanka olduk kendisiyle. Valizlere katiyen dokundurtmayan ve otobüsten inen bütün hanımlara kapıda durup yardımcı olan kibar bir Portekizliydi Corç.) bizi sağ salim Portekiz sınırından geçirdi. Ülke değiştirmek grubumuzda büyük bir coşku seline neden oldu. Grupla bilhassa Türk grupla gezmenin bir takım dezavantajları ve avantajları var.
Avantajları:
1- Gittiğiniz ülkenin yemeklerini yiyememeniz ve aç kalmanız halinde otobüsten birilerinin mutlaka yanına almış olduğu yiyecek rezervlerini kullanabilirsiniz. Benim gibi grup tarafından liseli olarak algılanıyorsanız ya da gerçekten lise ve dengiyseniz teyzeler tarafından beslenme ihtimaliniz çok yüksek.
2- Sürü halinde gezdiğinizden çevreden gelecek olumsuz etkilere karşı izolasyon sağlanmış oluyor.
3- Herkes şakır şakır Türkçe konuştuğu için gittiğiniz yerde Türkler yaşıyorsa mıknatıs gibi çekiyorsunuz. Böylelikle "Vay hemşerim!" ile başlayan sıcak diyaloglar kurabilirsiniz.
4- Değişik şehirlerden, değişik insanlarla tanışabilme-kaynaşabilme.
5- Renkli karakterler olması durumunda çok eğlenebilirsiniz.
Dezavantajları:
1- Nerede kalabalık, orada alabalık. (Bu söz böyle değildi ama anlamışsınızdır siz onu.)
2- Ortalık Türk'ten geçilmediği için yabancılarla kaynaşmak mümkün olmuyor.
3- Bazı noktalarda beklenilmesi gereken kuyruklar işkence haline gelebiliyor.
4- Genelde yaş ortalamasının yüksek olması.
Dezavantajlara daha yazardım da avantajları geçmesin maksat.
Kısaca böyle...

25 Nisan Köprüsü
Grupla gezmek üzerine yaptığım kısa (?) çözümlemeden sonra "Gezsem de gezsem burayı." dediğim Lizbon'a dönelim. Şehre girince deniz mi, nehir mi olduğu pek anlaşılmayan Tajo nehriyle tekrar buluşuyoruz. İber boyunca pek de heybetli olmayan nehir döküldüğü yerde oldukça genişliyor. Masmavi ve çok güzel. Büyüleyici manzaraya liman, İsa heykeli ve Portekiz'in en önemli simgesi 25 Nisan Köprüsü karışıyor.
Yazımı özellikle 25 Nisan günü yayınlamak istedim. Günün anlam ve önemine uygun olsun maksat. 25 Nisan Köprüsü'nün hikayesi şöyle efendim: İlk açıldığından köprünün adı Salazar Köprüsü imiş. Fakat daha sonra Karanfil Devrimi'ne ithafen adı "25 Nisan Köprüsü" olarak değiştirilmiş. Karanfil Devrimi'nden kısaca bahsetmek gerekirse, Portekiz'in diktatörlükten demokrasiye geçiş sürecinde gerçekleştirilen askeri darbedir diye bir wikipedia bilgisi sokuşturayım araya. Karanfil Devrimi denmesinin nedeni ise halkın topun, tüfeğin, tankın ağzına karanfil koymasından ileri geliyormuş.


Brezilya'dakini andıran İsa heykeli onun biraz daha küçük versiyonu.  Kırmızı köprü de Boğaz Köprüsü gibi asma bir köprü ama tam olarak aynısı değil. Karşıdan bakınca çok minik görünüyordu bu yüzden üzerinden çektim ben de fotoğrafını. Portekiz'de köprüler genelde kırmızı sanki. Neden bilmem tabi. Dikkatimi çekti.

Tajo
Yukarıda da gördüğünüz gibi Tajo nehri deniz gibi gayet ucu bucağı görünmeyen bir su. Zaten deniz kenarlarında görebileceğiniz tüm emareleri bu nehrin kıyılarında da bol bol görebilirsiniz.

Liman
Limanlara gelirsek sonra da bahsedeceğim biraz bu konudan, ünlü kaşifler hep buralardan denize açılıp açılıp ganimet toplayıp toplayıp gelirmiş. Yani Portekiz limanları tarihsel açıdan da oldukça önemli.


Lizbon'un ilk görülesi mekanı (evet doğru bildiniz) tabii ki devasa bir kilise. Gerçi burası tam olarak kilise olarak kullanılmamış, hem eğitim hem ibadet maksatlı kullanılmış bir yer. İslamiyetteki medreseler gibi de diyebiliriz. Tam adı Jeronimos Manastırı. Gotik ve Rönesans tarzı arası bir mimari yapıya sahip olmakla birlikte UNESCO Dünya Mirası listesine de girmiş.


Manastırdan çıkıp aşağıdaki caddeye doğru indiğinizde Lizbon'un en meşhur pastanesini göreceksiniz. Pasteis de Belem, adındaki pastanenin en meşhur mamulü aynı adı taşıyan, aşağıda gördüğünüz, yuvarlak, milföy hamurundan ve kremadan oluşan, bol yağlı, şekerli bir tatlı. Çok mu şahane? Hayır, değil ama idare eder. Hem Lizbon'a kadar gittim, Pasteis de Belem yemedim demeyin. :P


Yine manastıra yürüme mesafesinde büyükçe bir park bulunmakta. Sanırım adı Cumhurbaşkanlığı Parkı idi. Parkın içinde aşağıdaki yuvarlak zımbırtı var. Bu anıtta Portekiz'in sömürge haline getirdiği ülkelerinin sembollerinin kabartmaları var. Yani bana göre utanılması gereken bir abide ama arkadaşlar şehrin göbeğine dikivermiş.


Esas bu resmin dikkate değer kısmı fonda gizli. Arkada gördüğünüz konser salonunda Fazıl Say konserinin afişi var. Gurur duydum bir kez daha Fazıl ile.


Yukarıdaki kale ise Belem Kalesi. Denizciler seferde dönünce elde ettikleri ganimetleri burada saklarlarmış. Biliyorum çok mantıklı gelmiyor. Dünyanın hazinesi bu kıytırık kalede saklanmamıştır herhalde.


Bu fotoğraftaki ise Denizciler Anıtı ya da Kaşifler Anıtı. Christopher Colombus buradan denize açılmış. Malumunuz adam güzel keşif yapmış ama neyi keşfettiğini bilemeyince pek manalı olmamış. Bu şahane keşifleri yapan denizciler adına yapılmış bir anıt. Tabi bu keşifler dönemin kral ve kraliçelerinin arzuları doğrultusunda tamamen ekonomik nedenlerle yapılmıştır. Öyle ilim bilim gibi idealist yaklaşımlar yok ortada maalesef.


Bu resimde aynı sömürgeler için yaptıkları yuvarlak şey gibi bir şey. Denizciler Anıtı'nın önünde yere çizilmiş. Portekiz'in sömürgeleri haritanın üzerinde işaretli. Yüzyıllarca gariban halkları sömürmüşler de sömürmüşler. Paralar suyunu çekince de krize girmişler. Ayıplıyorum buradan. Gerçi benim ayıplamamı kim takar ama olsun ben insanlık görevimi yapayım.


Bu resimdeki uçak ise 1922'de Portekiz'den Rio'ya uçan ilk uçağın maketi. Güzel bir fotoğraf noktası. Resimde de etrafta fotoğraf çekilmeye çalışan insan popülasyonundan dolayı bir türlü poz veremeyen beni görebilirsiniz. Belem semtinde gezilesi görülesi, fotoğrafı çekilesi çok yer var. Güzelce gezmenizi tavsiye ederim. Fotoğraf kısmını garanti edemem, gördüğünüz gibi her zaman mümkün olmuyor. :D


Üstteki resimde de Rossio Meydanı'nı görüyorsunuz. Bol kafe, restoran, shop bulunan meydan oldukça keyifli. Burada çok vakit geçirdik o yüzden daha çok sevdim. Burada Portekiz'in ünlü vişne liköründen (cherry diyerek sipariş edebilirsiniz) ve Porto şarabından tadınız. İkisi de güzel ama ben Porto'yu daha çok sevdim. 4 euro fiyatı var. Bir de kahve fincanı büyüklüğünde servis ediyorlar. Tadımlık işte. :P


Rossio Meydanı'ndan çıkan caddelerde de ilginç aktiviteler mevcut. Ünlü bir Fransız mühendisin tasarladığı Santa Justa asansörüne binip meydanı ve şehri tepeden izleyebilirsiniz ya da otantik -28 numaralıydı sanırım- sarı tramvaya binmek de mümkün. Bir diğer örnek de üstte resmini gördüğünüz Cafe Brasileira, Lizbon'un en ünlü kafelerindenmiş. Tüm turist rehberlerinde bu kafede bir kahve için yazarmış ama dikkat edin içilen kahvenin fiyatı barda, içeride, üst katta, alt katta, iç masada ve dışarıda olmak üzere çeşitli şekillerde fiyatlandırılıyor. Dışarıda içerseniz oldukça pahalı dikkat edin. Hiç beklemediğiniz bir fatura çıkabilir.


Meydanda gezinirken yine bol miktarda sokak sanatçısı göreceksiniz. Bu resimdeki havada duruyor misal. Nasıl duruyor diye 50 kişi izliyordu. Biz de kafa yorduk biraz. Bence çok da ilginç değil. :D

Her ne kadar ekonomik çöküntüde olsa da bu aralar, Lizbon çok sevimli bir şehir. Havası ve renkleri bambaşka. Muhakkak koklanması gereken bir şehir.

23 Nisan 2012 Pazartesi

Sevilla ve Flamenko


İşte sonunda İspanya'nın en renkli şehrine geldik.
Sevilla, "Seviya" diye okunuyor. Çünkü İspanyolca'da iki "L" bir araya geldiğinde "Y" diye okunurmuş. Bir diğer örnek de İspanya'nın ünlü yemeği "paella" olabilir. O da "paeya" diye okunuyor mesela. Bu bilgiyi de geçtikten sonra şehir gezime dönebilirim. :)
Sevilla topraklarına girdiğiniz zaman İspanya'nın geneline hakim olan boğa figürüne daha çok rastlıyorsunuz. Daha önce de bahsettiğim gibi boğa güreşi hadisesinin en yoğunluklu yapıldığı yer Sevilla ama kimin aklına boğa güreşi deyince bu şehir gelir bilmem, İspanya'ya gidene kadar benim gelmiyordu açıkçası.


Sevilla'nın diğer adı "Betis" ve yaşam standartlarının en yüksek olduğu Endülüs şehri. Birçok Expo'ya ev sahipliği yapmış ve bu fuarlar şehri bayağı bir kalkındırmış. Nüfus bakımından oldukça kalabalık. Emeviler şehri 1300lerin sonlarında kaybetmiş. 1929'da İber-Amerikan Expo için yapılan pavyonlar şehrin çehresini değiştirmiş. Zaten şehre girer girmez sağınız pavyon, solunuz pavyon. Lokal rehberimiz hepsinin tek tek nereye ait olduğunu söyledi ama benim pek ilgimi çekemediler. Fotoğraflarını da çekmedim. Genel olarak tariflemek gerekirse expoya katılan ülkelerin kendilerine özgü bir şekilde yaptıkları bir takım binalar. Ülke dediysek de Amerika hariç çoğu İspanya sömürgesi olan ülkeler. Şimdilerde ise binalar çeşitli kurumlara verilmiş. Çoğunu kurslar, dans okulları ve üniversiteler sahiplenmiş.
Şehri gezerken görebileceğiniz bir diğer bina da ünlü Carmen operasındaki Carmen'in çalıştığı tütün fabrikası. Bu arada "Carmen" de "ev" demekmiş.

İspanyol Meydanı
Sevilla'nın en etkileyici yeri İspanyol Meydanı. Meydana girdiğimizde yağmur çiseliyordu. Güzel havalarda daha da şahane olacağına inandığım bir yer. İspanya'yı temsil ediyormuş. Meydanının iç kısmını çepeçevre seramik bir duvar sarıyor. Duvarda İspanya şehirleri resmedilmiş. İspanya tarihi bir Endülüs dokusuna sahip olmaktan ziyade daha alışılmış bir şehir görüntüsünde ama expolarla ve bu meydanla bu çehre biraz değiştirilmek istenmiş gibi.


Her şehrin bir kilisesi ve bir adet büyük parkı kesin var. Sevilla'nın da çok büyük bir kilisesi ve çok büyük bir parkı var haliyle. Aşağıdaki resimde gördüğünüz Büyük Kilise ve adı Jiralda. Gittiğimiz gün Paskalya kutlamaları tüm hızıyla devam ettiği için kilise kapalıydı. Bu yüzden içeriye giremedik. Şunu da belirteyim bir sürü kiliseye girdim hepsinin içi aynı. Bir süre sonra dışından bakıp geçiyorsunuz zaten. :P


Kilisenin etrafındaki yuvarlak alan banklar, tarihi belediye binaları, güvercinler ve bir adet heykel ile her Avrupa şehrinde rastlayacağınız standartlarda. Pek kafe bulunmamakla birlikte, faytonlar var. İsterseniz faytona binip şöyle bir turlayabilirsiniz. Tabii faytonla gezilip görülecek pek de bir şey yokken civarda neden fayton var anlamasam da faytona binip gezen bir sürü insan vardı. Sanırım fayton keyfi yapmak için. Sevilla çok şatafatlı değil ama sevimli bir şehir. Turlarken bunu daha iyi göreceksiniz.


Evet, şimdi bana göre Sevilla'nın en can alıcı olayına geldik: Flamenko.
Flamenko adı "fellah mengü"den gelmekteymiş yani göçer köylü anlamında. Flamenko genel olarak göçün verdiği tahribatı anlatırmış ve çivili topuklardan çıkan ses de göç esnasında çıkan at nallarının sesi imiş. Bir de çok meşhur "Oley!" nidası "Allah aşkına!" manasına geliyormuş. Aşk, göç ve ayrılık temalarını işleyen bir dans. Sevilla'ya gidip de flamenko gösterisi izlemeden olmaz. Biz de popüler mekanlardan birine gidip izledik. 50 euro gibi bir ücret karşılığında gideceğiniz mekan, bir otobüs gönderip sizi otelinizden aldırıyor ve bir içki bedava içiyorsunuz. Ayaklarını müthiş bir hızla yere vuran, rengarenk kostümlü dansçılar ve yanık sesli şarkıcılarıyla etkileyici bir gösteriydi. Bu tarz müzik oldum bittim hoşuma gitmiştir. Bu yüzden çok zevk aldım. Şiddetle tavsiye ederim. Pür dikkat izlediğim için uzun uzadıya video çekemedim. Zaten daha önce bahsettiğim gibi böyle gösteriler esnasında uzun videolar çekilmesine karşıyım. Hem arkadaki seyircileri rahatsız etmemek hem de gösteriyi kaçırmamak adına pek video çekimi yapmam. Bu yüzden çektiğim 28 saniyelik kısa videoyu ekliyorum. Bir fikir verecektir. Daha uzunları ve net çekimler için youtube'a başvurabilirsiniz. :P


Bir yazının sonuna daha geldik. Önemli Endülüs şehirlerini bitirdik sanırım. Bundan sonra Portekiz'i anlatacağım biraz. Çok yakında görüşmek üzere. :)


18 Nisan 2012 Çarşamba

Kurtuba


Kurtuba ya da daha tanıdık ismi ile Cordoba, gördüğüm yerler içinde en tatmin edicilerinden biriydi. Buraya kadar tur iyi, hoş gidiyordu ama buradan itibaren baya bir enteresanlaştı. :D Cordoba'yı görmeden Endülüs'e gittim diyemezsiniz burası kesin. :D

Minare a.k.a Çan kulesi
Endülüs "fundalık topraklar" anlamına gelmekteymiş. Cordoba'nın anlamı ise altından geçen nehirle aynı "Aqua del kebir" yani "büyük su". Cordoba, Endülüs bölgesinin en küçük şehri. Granada ise en büyüğü oluyor. Musevi nüfusun yoğunlukla yaşadığı bir bölge. Müslüman ve Musevi nüfus Cordoba düşene kadar sürülmemiş ama din değiştirmeye zorlanmış. Daha sonra Kraliçe Isabel bölgeyi ele geçirmiş ve insanları buradan sürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu sürülen bu insanlara kucak açmış ve bu insanlar İstanbul ve İzmir'e yerleşmişler. Şehir aynı zamanda aydınlanmanın başladığı yer.


Cordoba her şeyiyle güzel yer tabii ki ama en önemli simgesi Cordoba Camii. İspanyollar uzun zaman camiyi "La Mezquita" olarak adlandırmış. (Mezquita, mescit kelimesinden geliyor.) Fakat günümüzde, kilise olduğu kabul edildiğinden bu durum biraz daha vurgulanmakta. Bu konuda bir zorlama var mıdır bilinmez.

Bahçe
Cami'nin taş duvarlarla çevrili çok güzel bir avlusu ve karizmatik bir minaresi var. Cami engizisyondan sonra kiliseye çevrilmiş. Bu yüzden şu anda kilise ve cami bir arada. Kiliseye çevrilmişse de cami kısımları (mihrabı ve minberi gibi) yıkılmamış olduğundan cami özelliği de taşımakta. Minare ise 93 metre uzunluğunda ve sonradan çan kulesi haline getirilmiş.

Kemerler ve sütunlar
Taş ve tuğladan yapılmış, iç içe geçmiş iki kemerli sütunlara sahip tek kilise olmakla birlikte mudejar mimarinin en tipik örneği. (Unutanlar için mudejar: Hristiyan etkisinde kalmış Müslüman mimarisi) Ahşap kemerler ve taş oymaları bol miktarda var. Tam bir ibadethane. Cami'nin içi de dışı kadar büyük. Belki daha bile büyük olabilir. Her yerde bu çift kemerlerden olduğundan mekan kavramını yitirebilirsiniz.

Mihrap
Endülüs Devleti'nin en büyük eserlerinden biri olan camii, kilise yapımı çalışmaları esnasında zarar görmüş. 63 tane sütun kaldırılmış. Çok şükür ki camii biraz fazla büyük olduğundan her tarafını yıkamamışlar. Bu sayede en azından bu güzel eserin bir kısmı ayakta kalmış.


Resimde gördüğünüz şey tören tacı. Papalık tanıdığı kiliselere hazine gönderirmiş. Bu da Cordoba Kilisesi'nin hazinesi oluyor yani. Papalığın ne kadar zengin olduğuna güzel bir örnek daha.


Yukarıdaki de kilise kısmından bir kare. Latin hacı şeklindeki kilise kısmı sonradan ilave edilmiş. Yapılması 250 sene sürmüş. Zaten her kilise ve katedral ortalama 200-300 senede bitiyormuş. Gördüğünüz gibi her yer oyma, her yer heykel, figür. 250 senede bitmesine şaşmamalı.


Caminin ya da kilisenin (Ben inatla cami olduğunu düşünüyorum. İspanyollar ne düşünürse düşünsün. :P) etrafında dar sokaklar oluşturan şirin beyaz evler var. Genelde Endülüs'te hep bu tarz evler mevcut. Güzel koruduklarını da hesaba katarsak geçmişten günümüze böyle geldiklerini düşünebiliriz.


Bu resimdeki çiçekli sokak, genelde Musevilerin oturduğu bir mahalleden. Musevi evleri hep bu standartlardaydı. Bir sokağa girdiğinizde Musevilerin oturup oturmadığını az çok kestirebilirsiniz. Birbirine yakın balkonlar ve evlerle, dar avlularla samimiyeti seven insanlar.


Sokakları gezerken birçok dükkan ve restoran göreceksiniz. Özellikle ara sokaklardaki restoranlar çok daha güzel yemekler sunmakta. Ana sokak üzerinde ise dondurmacılar, hediyelik eşya dükkanları, kafe ve restoranlar mevcut. Birçok dükkanda o her yerde bulunan yelpazelerden ve hediyeliklerden bulabilirsiniz. Cordoba, bu açıdan en çok çeşidin bulunduğu yerlerden biri. Çok ucuz olmasa da alacağınız şeyler en azından belli bir kalitede olacaktır. Ayrıca burada yörenin ünlü yemeği bocadillodan tadabilirsiniz. (Unutmuşum, küçük bir ekleme yapayım. Bocadillo'ya bu civarda tortilla da deniyor. Sipariş ederken anlamazlarsa tortilla diyin.) Bocadillo dediğimiz bir nevi patatesli omlet. Nispeten ucuz bir yemek. Gerçi patates ve yumurtayı da pahalı satmasınlar bir zahmet. Tamam kriz var biliyoruz diyerek çok yerde bizi kazıklamalarına izin verdik ama, yani. :P

Cordoba, çok otantik bir yer. Tam bir turist gibi gezdim. Çok da hoşuma gitti. Güzel anılarla ayrıldım. Görülmesi gereken yerler listenize gönül rahatlığıyla ekleyebilirsiniz. :)


14 Nisan 2012 Cumartesi

Elhamra, Alhambra ya da القلعة الحمراء ve Granada


Bu güzel Cumartesi sabahı gelen yanlış numara araması yüzünden erken uyanmak zorunda kaldım ve sütlü kahvemi yudumlarken bari bir blog yazısı daha yazarak sabahı verimli hale getireyim dedim. Şimdi cümlenin sonunu getirebilenlerle devam edelim. :P

Fatima'nın Eli
Bol bağlaçlı bir başlık attığımın farkındayım ama isimlerinden biri muhakkak tanıdık gelecektir. :)
Elhamra Sarayı ya da İspanyolca adıyla Alhambra Sarayı, Endülüs bölgesinde Arapların verdiği en güzel eserlerden birisi. 1200'lü yıllarda yapımı başlamış. Anlayacağınız çok eski zamanlardan kalma. Aynı Kore sarayları gibi dışı şaşalı fakat içinde hiçbir numara yok. :P Gerçi numara yok demek çok doğru olmaz. Bunlar bir seviye daha iyi kıvırmışlar işi. Çünkü taş ve ahşap işlemeler inanılmaz. İslam mimarisinin güzel örneklerinden biri. Elhamra'nın bir diğer önemli özelliği Cennet'ül arif ya da Generalife diye bilinen şahane bahçeleri. Bahçeden de bahsedeceğim ama önce saray kısmına değineyim.
Gene Kore sarayları ve Toledo gibi UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş bu saray. Bu yüzden Endülüs bölgesine giden her turistin yolunun buradan geçmesi kaçınılmaz. Biz de geçtik. Sarayın girişi gördüğünüz gibi. Kapılar Arap mimarisinin alışılmış tarzına uygun olarak kemerli ve bol işlemeli yapılmış. Üstteki resimde kemerin üstünde gördüğünüz el Hz. Fatima'nın. Uğur, bereket, huzur, refah vs. vs. getirdiğine inanılıyor. Fatima, Araplar için çok kutsal bir karakter.


Saraya girdikten sonra, sarayın surlarını ve V. Karl'ın ya da nam-ı diğer Şalke'nin balayı sarayını göreceksiniz. Tabii bu saray sonradan eklenmiş. Dönemin krallarında bir balayı için saray yaptırma adeti hasıl olmuş. Ona saray buna saray, parayı bol bulmuşlar. İçine de girdim. Nasıl bir balayı olur bu sarayda bilemiyorum. Yorumu sizlere bırakıyorum.

Karl'ın sarayının içi
Esas El Hamra sarayının içine bilet alıp giriyorsunuz. Taş üstüne taş. Başka bir enteresanlık yok. Merdivenlerden sarayın tepesine çıkıyorsunuz. Aşağıdaki gibi taş odacıklar ve oyuklar var. Resimdeki de hamam oluyormuş.


En yukarıya çıktığınızda güzel bir fotoğraf noktası bulacaksınız. Çünkü sarayda inanılmaz güzel bir Granada manzarası var. Katolik kraliçeler ve krallar iyi konmuşlar gariban Arapların saraylarına camilerine. Adamlar seyr-ü sefaya düşkün.


Sarayın tepesinden beyaz evleriyle sade bir inci olan Granada size el sallıyor. Böyle panaromalara hastayım. Gırnata manzarası cidden görülmeye değer. Şehrin kendisi de çok sevimli. Gerçi uzaktan göründüğü gibi değil şehir merkezi, biraz daha farklı.


Gel gelelim Cennet'ül-arif'e yani Cennet Bahçesi'ne. Cennet'e girmek kolay değil. Biletinizi bir daha okutmanız gerekiyor. :) Ama sarayın en güzel yeri bahçesiydi. Görmeden dönmeyin sakın. Bahçe çok güzel ve büyük. Çok uzun bir yol yürümek gerekiyor. Kalp hastaları ve yaşlılar için zorlu bir parkur olabilir.


Bahçeyi çok beğendiğimden bir sürü fotoğrafını ekledim. Bahçenin içinde küçük küçük bir sürü havuz var. Hepsi birbiriyle bağlantılıymış. Bir de anlamı varmış. Rehber anlattı ama o esnada antilop gibi oradan oraya sıçramakla meşgul olduğumdan iyi duymadım ve tam hatırlamıyorum. Demek ki çok önemli değilmiş. Resimlere bakın gitsin. :P


Asıl bahçenin karşıdan görünümü. Baharda gittiğimiz için şanslıyız. Çiçekler açmıştı. Gerçi Jeju adasındaki bahçelerin yanında bu bahçenin esamesi okunmaz bence. Yine de hoş bir mekan hakkını yemeyeyim.


Bahçenin içindeki yürüyüş yolu. Havuzların içinde balıklar yaşıyordu. Bahçenin dizaynı hayranlık uyandırıcı. Kuş ve su sesleri arasında, temiz havada yürümek insanı canlandırıyor. Başka vilayetlerde üşümemize rağmen Generalife'ta hava gayet sıcak ve güneşliydi. Yazın inanılmaz kavurucu oluyormuş. Yaşlılara ve hastalara yaz aylarında gitmeleri tavsiye edilmez. (Kaç yaşlı okuyor bilmiyorum tabi bu yazıyı ama ben uyarımı yapayım. :P)


Bahçe yolu boyunca ara ara taş binalar da göreceksiniz. Arap işi, taş ve ahşap oymalarıyla süslenmiş güzel kemerler, pencereler ve duvarlar... Resimde de gördüğünüz gibi tavan ahşap. Arap mimarisi meraklılarının mutlaka görmesi gereken bir yer.


Şimdi, El Hamra'yı ve Cennet'ül-arif'i geride bırakıp Granada sokaklarına gidelim. :)
Yukarıdaki resimde şehrin en popüler meydanını görüyorsunuz. Kafe ve restoranın bol olduğu bir yer. Sokağa konulmuş masalara oturup dinlenebilirsiniz.
Sangria



Meydanda bir kafeye oturup İspanya'nın meşhur içkisi sangriadan içtik. Sipariş verirken şahane İspanyolcamdan çok yardım aldım. :) Şu Ricky Martin şarkısındaki "Und, dos, tres"i bilseniz yeter. Bu sayede her siparişi verebileceğinizi garanti ederim. :P Sangria bir çeşit şarap. İçinde meyve parçacıkları ve bol buzla servis ediliyor. İçindeki meyveler şarabı emdiği için ne meyvesi olduğu anlaşılmıyor. Hepsi şarabın tadını veriyor. Alkol oranı pek yüksek değil sanırım çünkü fazla çarpmıyor. Hafif bir içki. İstediğiniz kadar içebilirsiniz. Hele açık havada içmesi pek keyifli. Ekşimsi, limon ve sirke arası değişik bir tat. İspanyolların favori yaz içkisiymiş. Çok buzlu. Dozu kaçırıp boğazınızı şişirmemeye dikkat edin.


Kaldığımız otel şehir merkezine çok yakındı. Bu sayede Granada'da rahat rahat gezebildik. Üstelik Paskalya Bayramı olduğu için her yer cıvıl cıvıldı. Caddeler trafiğe kapatılmış, sokaklar insan kaynıyordu. Sadece dükkanlar çalışmıyordu ama caddelerin sokakların hareketi yüzünden dükkanlara dönüp bakmıyorsunuz bile.


Bir ara sokağa girdiğimizde büyük bir kalabalığa rast geldik. Aralarına kaynayınca neye baktıklarını gördük. Kiliseden bir konvoy çıkıyordu. Süslü arabalarla İsa'yı ve Meryem'i canlandırıyorlardı. Tüm insanlar bayramlıklarını giymiş konvoyu izlemek için yol kenarlarına birikmişti. Resimde gördüğünüz sivri kukuletalı insanlar ise bir tarikatın üyeleriymiş. Genelde kiliseye hayır işleyen fakat kimliklerini gizleyen insanlarmış bunlar. Küçük çocuklara ve bebeklere bile giydirmişlerdi bu sivri başlığı. Önemli bir simge olsa gerek ki küçük hediyelik bibloları bile vardı. Çok enteresan bir başlık. Görünce tepesinden tutup bükesim geliyor.


Kiliseden geçen konvoyun kısa bir videosunu da çektim. Biraz fikir vermesi açısında ekledim.


Bu resimdeki Arap çarşısı. Üstteki meydandan çarşıya birkaç giriş var. Arap işi eşyalar satılıyor genelde. Alınası pek bir şey göremedim. Çeşitli hediyelik eşyalar mevcut. Flamenko elbiseleri, kastanyetler, magnet gibi ıvır zıvırlar var. İspanya'nın yelpazeleri meşhur. Almayı düşünüyorsanız. Buralardan uygun fiyatlı bir şeyler bulabilirsiniz. Kaybolma ihtimaliniz yok bütün yollar aynı yerlere çıkıyor. Rahat rahat gezebilirsiniz.


Üstteki fotoğrafta gene kukuletalılar ve atlı ofisırlar var. Bu fotoyu çekmek için at yemi oluyordum neredeyse. Hiç bu kadar büyük at görmemiştim. Binicileri zor tutuyordu atları. Çifte yemek ölümcül olabilir.
Bir de Granada'da ünlü bir çingene mahallesi var. Flamenko barlarıyla meşhur renkli bir mahalle. Hava kararınca insanların uğrak mekanı oluyormuş. Merkezden taksiyle gitmek gerekiyor. Biz gitmedik çünkü gidenler bayram nedeniyle çok tenha olduğunu söyledi. Bulmak biraz zormuş ama Türklerin bu konuda sıkıntı yaşayacağını sanmıyorum. :P

Eski zamanlardan kalma bu dantel gibi işlenmiş şehri görünüz. Ben gördüm, beğendim. :)


11 Nisan 2012 Çarşamba

Gerçek "Madrid"


Önce Toledo'dan bahsettim ama aslına bakarsanız uçaktan Madrid'de indik yani teorik olarak ilk gördüğüm yer Madrid oluyor. :)
Madrid, hepinizin bildiği gibi İspanya'nın başkenti gerçi bilmeyenler olabilir. Keza turistlerin çoğu Barselona'yı başkent sanıyormuş. Nasıl bir şeyse o da. :D Gerçi olur mu olur.
Madrid, İber Yarımadasının ortasında yer almakla birlikte oldukça kalabalık bir şehir ve çok göç alıyormuş. İklimsel açıdan Ankara gibi. Hafif karasal bir iklime sahip. Hava orada daha sıcak dediler. Alakası yok. Ceketim üzerimden çıkamadı. :D
Madrid tam bir başkent. Tabii gözünüzde bir Ankara canlanmasın. Çünkü neredeyse bütün Avrupa ülkeleri şehircilik anlamında bizi solladığı için çok dandik şehirleri bile bize bayağı bir fark atıyor.
Bu şehirde fazla kalamadığımız için izlenimlerim ne yazık ki fazla kuvvetli değil. Madrid, gidilip şöyle uzun uzun kalınılması, mümkünse biraz yaşanılması gereken bir şehir. Öyle iki gün kalıp bir şey anlamak mümkün değil.
Şehir parktan bahçeden geçilmiyor. Bizde yolların ortasında kıytırık refüjler var, Madrid'te kilometrelerce geniş park bahçeler. Gerçekten hayran kalınası bir şehir dizaynı.

Plaza De Toros

Madrid'in en önemli sembollerinden biri ülkenin en büyük boğa güreşi arenası olan Plaza De Toros. "Toros" boğa demek. "Plaza", plaza demek. "De" de bağlaç olsa gerek. :D Boğa, İspanya'nın çok önemli bir sembolü. Sağda solda, yollarda boğa figürünü bolca göreceksiniz. Boğa güreşinin esas önemli olduğu şehir Sevilla ama ben konusu gelmişken bahsedeyim biraz. (Az yazdığımdan şikayetlenenler var da, onlar kendini bilir. :P)
Boğa güreşlerinin çıkış noktası Anadolu. Daha sonra Girit'ten Roma'ya geçmiş. Roma'da malumunuz kolezyum hadisesi vardır. Başlangıçta kolezyumlarda boğalar dövüştürülürken zaman içinde vahşi hayvan dövüşlerine dönüşmüş, daha sonra da insanları yani gladyatörleri dövüştürmeye başlamışlar. Boğa güreşleri Barselona'da yani Katalonya bölgesinde tamamen kalkmış. Bölgedeki arenalar bozulup başka şeylere (Avm, sergi veya kongre salonu vb.) dönüştürülmüş. Fakat yukarıda resmini gördüğünüz Plaza de Toros'ta yani Madrid'de hala dövüşler devam etmekte. İsterseniz bilet alıp (Yanlış hatırlamıyorsam bir dövüş 7 ya da 9 Euro gibi bir fiyat söylemişlerdi.) izleyebiliyorsunuz. Fakat şahsen hayvanlara eziyet edilmesine karşıyım. İzlemek gibi bir isteğim yok ama kişisel tercihler bunlar tabi.
Önceleri dövüşçüler at üzerinde dövüşürmüş. Bunlara da "pikador" denilirmiş. Bir gün bir pikador atından düşünce bir marangoz pikadoru korumak için arenaya fırlayıp kırmızı şapkasıyla boğanın dikkatini dağıtır. Seyircinin bundan çok zevk alması ve heyecanlı olduğunu düşünmesi üzerine günümüz boğa güreşlerinin temelleri atılır. Bu tarz dövüşen kişilere de "torrero" (bir diğer deyiş; matador) denilmiş. "Matador" katil demek. Matadorun elindeki sivri alete "manuleta" deniliyor. Manuletayı boğanın boynuzlarının arasından ense köküne saplamak gerekiyormuş. Tercih edilen öldürme şekli buymuş yani. İç savaş zamanlarında kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlar matador olurmuş. O zamanlar matador seyircinin isteğiyle boğanın kulağını kesip arenanın içinde gezdirirmiş ve sonra da kulağı kasaba götürüp karşılıında 2 kg et alırmış. Yani 2 kg et için kelle koltukta dövüşüyormuş insancıklar. Gene de vahşet işte.



Madrid'in bir diğer önemli ikonu, Santiago Bernabeu stadı. Real Madrid spor takımının stadı oluyor kendisi. (Sporla ilgilenmeyen arkadaşlar bilemeyebilir. :P) Etrafında koca koca binalar ve iş merkezleri bulunan stadın kapasitesi 120 bin iken UEFA standartlarına uydurmak için 80 bin civarına düşürülmüş. Spor meraklıları gidip görsün. İçine girmesi zor. Randevu almak ve para vermek gerekiyor, öyle her adamı geçirmiyorlarmış haberiniz olsun. :P

             
Colombus
Metropolis

Şehri gezerken köşe başı tarihi bir bina, bir çeşme, bir heykel göreceksiniz. (Colomb heykeli ve Kibele çeşmesi oldukça ünlü.) Adamlar tarihe çok önem veriyor ve binalarını çok iyi muhafaza ediyor. Benim üstteki resimde gördüğünüz Metropolis binası hoşuma gitti. Siyah ve yuvarlak çatısıyla oldukça karizmatik. :D

Plaza Mayor
Madrid'in en işlek meydanları Plaza Mayor ve ona yürüme mesafesinde bulunan Puerta Del Sol. Plaza Mayor, İtalya'daki San Pietro meydanının tam bir kopyası olarak yapılmış dört köşe binalarla, ortada çeşmemsi bir heykelin bulunduğu bir meydan. Bu bölgede bol bol kafe, bol bol restoran var. İspanya'nın meşhur Tapas restoranlarından bolca var. Eskiden İspanyollar şişelerine sinek konmasın diye şişenin üstüne ekmek koyarlarmış. Bu ekmeğe "tapas" derlermiş ama şu an her nevi meze anlamında kullanılıyor. Burada kızarmış kalamar ya da ünlü Paella pilavından deneyebilirsiniz ama paella konusunda Barselona daha iyiymiş. Kalamar yiyin siz iyisi. :D

Puerta del Sol
Sol Meydanı, Madrid'in en kalabalık meydanı. Gittiğimiz saatte tenhaymış, gene de zor yürüdük. Meydanlarda enteresan animasyonlar yapan, tuhaf sesler çıkaran sokak sanatçılarından bol miktarda göreceksiniz. O kulak tırmalayan seslerde ne gibi bir enteresanlık var onu anlayamadım. İspanyollar böyle şeylerden hoşlanıyor zahar.


           


Mayor meydanına girmeden evvelki küçük meydanda hoş bir kapalı pazarcık var. İspanyol pazarlarında genellikle meyve, meyve suyu, çeşitli kuruyemiş, tabii ki domuz eti ve diğer muhtelif şeyler satılıyor. Alacak bir şey bulamadık ama seyri gayet keyifliydi.

Pazarcık

Velhasıl kelam Madrid güzel şehir. Gidin, görün, gezin. Yaza yaza yoruldum, yatayım ben. :P
İyi geceler size ve Madrid'e. :)